19 Ocak 2016 Salı

MR. ROBOT İNCELEME


KLİŞE BİR ERGEN DİZİSİ Mİ, YOKSA DAHİCE BİR SİSTEM ELEŞTİRİSİ Mİ?
**DİKKAT! YAZI SPOILER İÇERMEKTEDİR**

Mr.Robot, Sam Esmail tarafından kaleme alınmış, Amerikan psikolojik gerilim-dram televizyon dizisidir.
USA Network tarafından 24 Haziran 2015 tarihinde yayına başlayan dizinin pilot bölümü online olarak VOD servisleriyle 27 Mayıs 2015'te yayınlanmıştır. Bilişim dünyası ile yakından ilgili olan/olmayan herkesin ilgisini çekmiş, ses getirmiştir.
Mr.Robot’un pilot bölümünün yönetmen koltuğuna “Ejderha Dövmeli Kız”ın orjinal versiyonunun yönetmeni olan Niels Arden Oplev oturdu. Sonraki bölümler için farklı yönetmenlerle çalışıldıysa da İskandinav sinemasının son yıllardaki atağından ve ivmesinden yararlandığı söylenebilir.
Mr.Robot, öylesine ses getirdi ki dizinin akışına ve anlatılanlara kendilerini kaptıranlar bir tarafa dursun, bir o kadar da diziden tiksinen bir kitle oluştu. Gerçi her marjinal eserin makus kaderi ya tapılmak ve yoğun seviyede takdir edilmek ya da kınanmak, acımasızca eleştirilmek ve nefret edilmektir. Peki Mr.Robot’dan kim, neden nefret ediyor, kim taparcasına bağlanıyor? Gelin diziyi inceleyelim ve kararı sizlere bırakalım.
**Yazının bundan sonrası yoğun spoiler içermektedir**
Dizinin ana karakteri (aslında anti-karakteri) Elliot Alderson (Rami Malek), gündüzleri All-Safe Cyber-Security adlı firmada bilişim güvenliğinde çalışan alt düzey bir teknisyendir. Geceleri ise toplumsal ahlaki kurgu ve doğruları koruyan bir “Hacker”. Elliot, sosyal anksiyite sorunu yaşayan ve yalnızlıkla boğuşan, psikolojik olarak ziyadesiyle sorunlu bir genç. Kendini yatıştırmak adına morfin kullanıyor ve sürekli bağımlı olmadığını kendine empoze etmeye çalışıyor. Tam da bu noktada klişe kalıplar çıkıyor karşımıza. Elliot; bir yandan pedofil içerik sağlayıcılarıyla mücadele ediyor, psikoloğunun erkek arkadaşının evli olduğu foyasını ortaya çıkartıyor (ahlaki açıdan doğru yoldan ilerliyor), bir yandan uyuşturucu kullanıyor, hacker’lık yapıyor. (ahlaki açıdan zıddı bir performans sergiliyor) Elliot karşımıza tam bir anti-kapitalist söylevle çıkıyor ve tüketim piyasasının hemen hepsini ele geçirdiği anlatılan hayali bir E-Corp (dizide Evil Corp / Şeytan Firma) kurumunu yok etmek istiyor. Daha doğrusu bunu isteyen Christian Slater (Mr. Robot) tarafından “F-Society” adlı bir hacker grubuna dahil ediliyor ve kısa zamanda bu fikri benimsiyor. Elliot’un psikoloğu ile yaptığı terapide iç sesiyle verilen monologda, Steve Jobs’u, Apple’ın taşeron üretimini yapan Foxconn’daki çocuk işçileri, sistemin kahraman olarak göz önüne çıkarttığı Lance Armstrong ve Bill Cosby gibi değerler için sarf ettiği yıkım sözleri gerçekten izlenmeye değer. (Bilindiği üzere L.Armstrong kansere yakalanmış ve yenmişti. Ardından yapılan doping testleri pozitif çıkınca tüm kupaları elinden alınmıştı. Bill Cosby ise bir dizi taciz suçlamasıyla karşı karşıya kalmıştı.)

Şimdi kısa bir ara verelim ve o efsane diyaloga bakalım;

Psikolog (P) : Toplumda seni bu kadar hayal kırıklığına uğratan şey ne?

Elliot Alderson (EA) : Bilemiyorum. Hepimiz çocukların sırtından milyarlar kazandığını bilmemize rağmen, Steve jobs'ın harika biri olduğuna inanmamız mı? Ya da belki tüm kahramanlarımızın sahte olduğunu hissetmemizdir. Dünyanın kendisi bile büyük bir aldatmaca. Birbirimizi fikir gibi maskelediğimiz saçmalıklarla doldurmaktan, sosyal medyada samimiyet taklidi yapmaktan başka ne yapıyoruz? Yoksa buna oy verdiğimiz için mi? Hileli seçimlerimizden değil ; mal, mülk, paramızdan bahsediyorum. Yeni bir şey söylemiyorum. Bunu neden yaptığımızı biliyoruz. Açlık oyunları romanının bizi mutlu ettiği için değil, uyuşturulmuş olmak istiyoruz diye okuyoruz. Çünkü bu gerçek bir acı, kendimizi kandırmayalım, çünkü biz korkağız.
Toplumu  s****m...

Şimdi size kapitalizm karşıtı, psikolojik sorunlar yaşayan, gündüzleri sıradan bir çalışan olup da, geceleri devasını yeraltı örgütlerinde arayan bir profil çizsem, hedefinde de dünyanın en büyük holdingi ve emek taciri firma var desem aklınıza hangi yapıt gelir? Düşünelim... Elbette... Fight Club. 1999’da Fight Clup hayatlarımıza girdiğinde bir çoğumuz henüz çocuktuk. Fight Club’ı ilk izlediğimde dövüş filmi sanmıştım, sonra bana süper bir aksiyon filmi izlenimini vermişti. Sonraki yıllarda izledikçe manasını ve mesajlarını daha iyi kavramaya başlamıştım. Elbette bu; mesajın iletildiği yaş ve bilinç ile doğru orantılı. Yıllar sonra Mr. Robot’u izlemeye başladığım an; Fight Club’ı gördüm. Fight Club’da Edward Norton sigorta şirketinde çalışıyordu, insomnia’ydı (uyku bozukluğu) , tepkisi kapitalizmeydi, çaresi sabun imalatıydı, ortağı ise... HAYAL’di... Mr.Robot’a baktığımda ise Rami Malek siber güvenlik firmasında çalışıyor (bir nevi sigorta firması denebilir (check 1) , tepkisi kapitalizm (check 2), çaresi hacker’lık (yöntem elbette farklı ama hedef aynı)... Sıra geldi ortağa... Bu kısma birşey yazıp sizi dağıtmak istemiyorum. Bu kısım böyle kalsın.
Bir diğer Hollywood klişesi daha takıldı gözüme. Merak ediyorum neden Hollywood çocukluk arkadaşına meftun olup da açılamayan ve buna karşın, kızın erkek arkadaşıyla arkadaş olmak zorunda olan  karakterlerle dolu? Böylesi daha mı sempatik geliyor bize? Ya da mağdur ama mağrur olana sevgimiz artıyor ve onu daha mı fazla içselleştiriyoruz? İçselleştirdikçe karakteri daha fazla benimsiyor, yaptığıyla çoşuyor, çoştukça gaza geliyor ve gaza geldikçe öfkemizi mi daha fazla atıyoruz?
Fight Club’ı izlediğimde malum “kendin taşı, kendin kur, soru soracak muhattap bile bulama mobilya ve ev eşyası mağazasına” gıcık olmuştum. Film beni duygusal olarak o markaya karşı doldurmuştu. Halbuki o yıllarda Türkiye’de o firma yoktu bile. Türkiye’ye geldiğinde ne oldu peki? Fight Club’ı defalarca izlemem, verilen mesajları sindirmem, benim o efsanevi sarı lacivert kapıdan içeri girmemi ve kağıttan yapılmış ev mobilyalarını kendi başıma kurmamı mı engelledi? Ben yine o mobilyaya 799,99 TL verdim, yine geldim kendim taşıdım, kendim kurdum. Demek ki sistem eleştirisi bu kadar kolay olmuyor, değil mi? Fight Club neyse Mr.Robot da odur. Mr.Robot yeri gelir Apple’ı kasteder, yeri gelir Dell’in logosunu kullanır, yeri gelir banka ve ağır sanayideki emek sömürüsüne söver, geçirir. Sövmelidir de. Düşünün ki alenen verilen tüm bu mesajlar ve alttan alta yanan, anti-kapitalist savlar dahi tüketici alışkanlıklarımızı değiştirmeye yetmiyor... Bir de bunları öven yapımlar var. En azından tarafını belli ediyor bu filmler, diziler.

Başta Rami Malek’in oyunculuğu ile ilgili çok eleştiri okudum. Şahsen bunlara katılmıyorum. Elliot zaten donuk ve sönük bir karakter. Zaten sorunlu bir tip. Toplumdan dışlanmış ve içine kapanmış bir birey, cast’ta Rami Malek yerine sönük ve durgun değil de, 68 kuşağı “Çiçek Çocukları” gibi ışıl ışıl neşe ve heyecan dolu bir oyuncu olsaydı, ya da Rami Malek Elliot’ı böyle canlandırsaydı daha mı mutlu olacaktı insanlar? Bence inandırıcılığını yitirecek, sunileşecekti. Böylesi daha iyi. Gelelim Christian Slater’a. Açık konuşmak gerekirse, hiç bir zaman Slater’ı yeri dolmayacak büyük bir aktör olarak görmedim. (tıpkı Ben Affleck gibi) Görmemi gerektirecek bir performansı da bence olmadı. Bence herkes Slater’ın günün birinde bir Robin Williams veya Tom Hanks olamayacağını da biliyor. Öte yandan, Mr. Robot dizisindeki yeri de ona Tom Hanks’liği gerektirmiyor. Daha çok giriş çıkış yapan bir karakter. Bu bağlamda Fight Club’taki Brad Pitt’in üstlendiği sorumluluktan daha az bir yapısı var diyebilirim. Cast’ta yer alan diğer oyuncular içerisinde parantez açılması gereken kişi Tyrell Wellick rolüyle Martin Wallström. Tyrell Wellick, E-Corp’un üst düzey yöneticisi konumunda. Dizide de gerçekte olduğu gibi İsveç kökenli. Rolünü de genetiğinden aldığı alt yapıyla büyük bir soğukkanlılıkla çoğu zaman olması gereken yerde buz gibi bir oyunculukla kimi zaman da fişek gibi yükselerek ateş gibi sergiliyor.

Peki sevenler neleri seviyor?
Sistem eleştirisinin alt yapısını ele alırsak, karşımıza teorik anlatımla ilk olarak Pareto İlkesi çıkar. “Pareto İlkesi” kısaca; bir ülke / grup gibi sosyal kümenin elinde bulundurduğu tabii ve ekonomik kaynakların %80’ninin nüfusun %20’sine, kaynakların %20’sinin ise nufüsun %80’nine dağıtılması ilkesidir. Aslında bu ilkeden ziyade bir gözlemdir. Buna aynı zamanda “Şampanya Bardağı Etkisi”de denir. Güç yasası ilişkisinin büyüklükle değişmeyen doğası nedeniyle, bu ilişki gelir sınıflarının diğer alt kümelerinde de geçerlidir. Dünyanın en zengin on insanını bile düşünsek, görüyoruz ki en yüksek üçü (Warren Buffett, Carlos Slim Helú ve Bill Gates) diğer yedisinin toplamı kadar mal varlığına sahiptir.
Pareto ilkesinin oranları günümüzde sosyal hayatta bir takım değişikliklere uğramıştır. Occupy Wall Street’de başlayan “%99 > %1” ve “Biz %99’uz” sloganları da aynen bununla ilintilidir. Arap Baharı’ndan etkilenen OWS protestocuları nüfusun %1’nin kaynakların %99’unu kontrol ettiğini , öte yandan nüfusun %99’unun kaynakların %1’ine tamah etmek zorunda bırakıldıklarını savunuyor ve protesto ediyorlardı.
İşte böylesi bir siyasi alt yapı üzerinde Mr.Robot arkasına geniş katılımlı Occupy Wall Street gençliğini almaya gayret gösteriyor. Anti-demokratik uygulamaları protesto eden Gezi Gençliği de bu diziyi belki bundan çok tutuyor. Çünkü duruşu, söylevi, eleştirisi sabit bir noktaya çevrilmiş durumda. Kişiyi haklarından mahrum eden, bireyi köleleştiren, toplumda yalnızlaştıran, bencilleştiren, ahlaki açıdan yozlaştıran “güncel” düzen çoğu zaman gündelik akış içerisinde hepimizi öylesine kör ediyor ki, etrafımızdaki oyunu görmezden geliyoruz. Altı kısık ateşte yavaş yavaş kaynatılan kurbağalar gibi mayışmış, sefa yaparken, körün gözüne parmak basıldığında rahatsız oluyoruz. Belki, görmek veya duymak istemiyoruz gerçekleri. Mr. Robot’un bir yanı klişelerle dolu Hollywood yapımı bir dizi, diğer tarafı uğruna can verdiğimiz özgürlükler ve bireysel haklarımız. Madalyonun bir tarafında Hollywood olduğunda klişelerin olmasına da çok takılmamak gerekiyor belki de. Neticede bu eser de eninde sonunda ticari bir yapım ve eleştirdiği düzen içerisinde var olmak zorunda. Hedef kitlesini 14-25 yaş bandına alırsa, ikinci,üçüncü ve dördüncü sezonları garanti altına alabileceğinin de farkında. Bunu yaparken ödemesi gereken diyet de belki de bu “Cheesy” (kaşarlanmış) başlıktan başlayan klişeler dizisi. Ama alt metnine Fight Club’daki gibi derinlemesine inerseniz, boylu boyunca yatan mat renkli gerçekleri görebilirsiniz. Neticede aslolan, özünde anlattıkları, kurgudaki karakterlerin ilişkileri değil.

En sevdiğim sahnelerden biri de Elliot’un 4.bölümde yaşadığı halüsinasyon sahnesi. Bu sahnede Elliot’ın balığı QWERTY (Q klavyenin dizilimdeki ilk 6 harfidir) ile yaptığı konuşma efsanedir. Qwerty hayatının monotonluğundan, aynı akvaryumun içerisinde dönüp durmaktan şikayet etmektedir. Elliot, balığın konuşmasına mı şaşmalıyım, şikayetine çözüm mü bulmalıyım ikilemini yaşar ve balığa ne yapabileceğini sorar. Qwerty ise yükselerek “BENİ KAHROLASI CAMIN ÖNÜNE KOY!” der. Biraz durup düşündüğünüzde Qwerty’nin hayatının çoğumuzdan farklı olmadığını görürürüz. Sabah kalkar banyo yaparız, giyiniriz, traş oluruz, servise / araca biner işe gideriz, ay sonunu bekler (işinizin sahibi de olsanız bu kurgu değişmez), yaşayıp gideriz. Yılda iki hafta zincirler çözülür ve deli danalar gibi koştura koştura tatillere gideriz. Yarım gün içinde Vatikan’daki 1500 yıllık tarihi hızlıca görmek ve Collesseum’daki ekstra tura katılmak adına acele etmek zorunda kalırız. Alelacele tükettiğimiz tatilden sonra döngümüze yeniden döneriz ve mutlu rolü yaparız. Kimimiz de bu rolü yapamaz. Kimimiz Elliot olur, kimimiz Cornelius, kimimiz Tyler Durden, kimimiz Mr. Robot... Bazıları ise Kim Kardashian veya Dan Bilzerian olmayı hayal ederler ve mutlu olurlar. Ve eleştirirler eleştirenleri...
Karar sizin. Sevin veya sevmeyin, Mr.Robot kült bir yapımdan etkilenerek bir takım mesajlar verme niyetiyle bu pazarda yerini aldı ve ikinci sezon anlaşması yapıldı bile. Sevenlere ve takipçilerine duyurulur...

Kısa Kısa Trivia :
·         Dizinin ilk bölümünde Elliot’un psikoloğunun sevgilisi ile buluştuğu cafe’nin adı Pierre Loti’dir.
·         Aynı sahnede Elliot’un kendisini takip ettiğini düşündüğü kişilerin oturduğu dükkan ise Güllüoğlu Baklavacısı’dır. (düşünün koca New York’ta!!!)
·         Dizinin ilk sezonunun bölüm isimlerinin tamamı, video format uzantısı ile biter. (.mov , .mkv , .mp4 vb)
·         Tyrell Wellick ve Joanna Wellick aralarında İsveçce ve Danimarkaca konuşmaktadırlar.
·         E-Corp’un logosu DELL ‘in logosundaki “E” harfiyle aynıdır.
·         Dizideki tüm karakterler Windows harici işletim sistemleri kullanmaktadır.
·         Elliot’un balığının adı QWERTY’dir. Qwerty (Q klavyenin ilk 6 harfidir)
·         Dokuzuncu bölümün sonunda çalan müzik, Fight Club’un son sahnesinde çalan müzik ile aynıdır. *Pixies – Where is my Mind?* (Selam Çakma tabir edilir)


·         Dizi tam bir “hush-hush” senaryo yapısındadır. Yani oyunculara senaryo önceden teslim edilmez, sadece kendi sahneleri dağıtılır, kendi sözleri ezberletilir, oyuncular konunun bütünü ile çekim esnasında karşılaşırlar ve bu sayede verdikleri tepkiler daha doğal olur.

24 Aralık 2015 Perşembe

THE LAST MAN ON EARTH



“The Last Man on Earth” (Dünyada’ki  Son Adam) post-apokaliptik  ortamda geçen bir komedi. Olay yakın gelecekte, 2022’de bir salgın sonucu sadece bir kişi hariç dünya üzerindeki herkesin ortadan kalkmasına dayanıyor. Yalnız durun... Bu bir Walking Dead değil, bu bir Zombie dizisi değil, Kış da henüz gelmiyor. Bu TV dizisi yalnız başına kalmış bir adamın mutlak komedisini taşıyor ekranlara...
Dizinin başrolünde Will Forte var. Forte aynı zamanda hikayenin yaratıcısı. Baş karakterin ismi olan Phil Miller ise yapımcıların isimlerine gönderme özelliği taşıyor.  Phil Lord ve Christopher Miller.  J
Phil Miller, herkes halen hayattayken son derece sıradan ve mazbut bir hayatı olan ortalama bir bankacıdır. Hayatta sadece bir kaç arkadaşı ve ailesi vardır. Kıyamet akabinde ise bir nedenle ortaya çıkan hastalığa bağışıklığı sayesinde direnebiliyor. Ama yüzleşmesi gereken en büyük sorun yalnızlık ve elbette cinsel açlık J Tüm eyaletleri geziyor ve her yere işaretler bırakıyor. Sonunda umudu kesip memleketine, Tucson’a geri  dönüyor. Komedide burada başlıyor zaten. Tam, Tom Hanks’in 2000 yapımı Cast Away filmi ve oradaki Bay Wilson ile dalga geçerken, ondan beter hale geliyor.
Yalnızlıkla baş etmekte güçlük çeken Phil, tam umudunu kaybettiği sırada ve adım adım intihara sürüklenirken aslında yalnız kalmadığını fark ediyor ve olaylar da tam bundan sonra başlıyor zaten.
The Last Man on Earth tek kamera ile basit bir teknikle çekilmiş olan ve olay örgüsünü bir kaç kişi etrafında başarı ile döndüren bir durum komedisi. Phil’in olaylar karşısında her seferinde en pragmatik ve fırsatçı çözümü seçmesi sizi gülmekten yerlere yatıracak.  Diğer Sit-Com’lardan farklı olarak The Last Man on Earth’de gülme efekti yok. Bu durum izleyiciye boğucu ve zoraki gülme zorunluluğu hissini yaşatmıyor. Zaten gülüyorsunuz, efekte ne gerek var değil mi? J

Her bölümü ortalama 22 dakika süren sit-com ABD’de FOX Kanalında gösterimde. İlk etapta 5-6 bölüm çekilmesi planlanan ilk sezon, gördüğü ilgi üzerine ilk sezonu 13 bölüme çıkarttı ve tarzına göre süpriz olabilecek bir süpriz son ile ilk sezon tamamlandı. İşin güzel yanı ikinci sezon şimdiden duyuruldu bile. Üzücü olan kısım dizinin ülkemizde gösterimde olmaması. Ama artık hepimiz internet kurdu olduk ve zaten bu sorunları aştık değil mi? JJJ

6 Ağustos 2014 Çarşamba

Defne Pera'nın Tohumları Atılıyor :) - Marsilya Gezisi-

Niloş'umla çok uzun zaman bebek konusunu tartıştık... Tam manasıyla anne-baba olmanın sorumluluğunu taşıyacağımız ve minik perimize hak ettiği özeni, sorumluluğu, ilgili, sevgiyi ve elbette maddi imkanları oluşturana kadar bekledik.

Derken bir gün ikimizde hazır olduğumuzu fark ettik. Artık anne ve babalığı kendimize yakıştırıyorduk. Hayatımıza minik bir peri veya bir kahraman eklemek istiyorduk. (Ne yalan söyleyelim, kesinlikle ve kesinlikle bir kız çocuğu istiyorduk... )

Niloşum hemen kontroller yaptırdı ve son derece sağlıklı bir anne adayı olduğunu öğrendik... Muazzam bir huzurdu bu! Şimdi sıra güzel ve anlamlı bir ana gelmişti...

2013 yılının Kasım ayında iş için Rusya'ya (Moskova ve St.Petersburg) gittim. Birkaç gün orada kaldım. 8-9-10 Kasım... İki hafta sonra da Niloşumla beraber hafta sonunu geçirmeye Fransa'nın Marsilya şehrine gittik. Limana yakın bir ev kiraladık. (öff keyfe bak beee!) Ve cennetten gelen meleğimiz anne karnına burada düştü. Elbette bunu sonradan yaptığımız hesaplardan öğrendik :) 23.11.2013 tarihi Defne Pera'mızın bizden habersiz hayata ilk merhabasıydı adeta...

Hani bu yazıyı kızımız okuduğunda ülkemizin durumu ne olur bilinmez. Avrupa Birliği'ne girmiş olur muyuz, halen Vize derdiyle uğraşmak zorunda kalır mı kızımız bilmiyorum ama, tohumları Fransa'da atılmış bir gence en azından sınırsız giriş-çıkışlı hayat boyu vize verse ya Fransa konsolosluğu, vallahi ispatlarız!!! Pasaportumuzda giriş-çıkışlarımız belli :)  Hani vatandaşlıktan vazgeçtik onu vermezsiniz, biliriz de kızımıza vize verin bari.. Ey Fransa,ey Avrupa duy sesimizi, bu gelen Defne Pera'nın ayak sesleri :)))
Mini tatilimizle alakalı birkaç foto...

Baban Berk...





Hamileliğimizi Duyurmak da Hamile Olmak Kadar Önemlidir Bizim İçin :)

Eeee artık kızımıza hamileydik, henüz cinsiyeti belli değildi. (resmi olarak belli değildi, oysa biz kızımız olacağını biliyorduk) Şimdi bunu sevdiklerimize, dostlarımıza, arkadaşlarımıza aktarmaya gelmişti sıra.
Pek sevgili Gizem Talun (Gizmo) nun yardımlarıyla ve Niloşun dahiyane konsept fikirleriyle ev ortamında foto çekimleri yaptık... (hamileliğin çok başında olduğumuzdan ufak bir hesap hatası ile bebişimizin geliş tarihini Eylül hesaplamıştık, ancak şuan 26 Ağustos görünüyor. Elbette halen kesinleşen birşey yok...Belki Ağustos, belki Eylül.. Belki de bu gece, ya da haftaya..Bilemeyiz : p   )  

İşte o fotolar...




Ve sonra...bu fotoğrafları özenle basıp, kartonların üstlerine yapıştırdık ve puzzle olacak şekilde bunları kestik... Reunion vol. 89431045 kodlu buluşmamızda grup üyelerimize bu puzzle'ları karışık şekilde teslim edip bulmacayı çözmelerini istedik. Epeyce uğraştılar ama deydi :) Hamileliğimizi anladıklarında kopan kıyamet yüzünden "Süper Yeni Happy Moon's" dan [bu o gece oraya taktığım bir isimdi :)  ] kovuluyorduk, ama sallamadık ve şamatamıza her zaman olduğu gibi devam ettik... Her oyunda olduğu gibi puzzle'ı ilk çözenMelis Kalfa olmuştu :) 

O geceden kareler...




Hafta sonu ise Yalova'ya anneanne ve dedeye güzel haberi vermeye gitmiştik...Onlar da bu esşiz habere çok sevinmişlerdi...Babaanne ve dedeye bu güzel haberi verdiğimizde attıkları çığlığın maalesef fotoğrafı yok. Ama eminim ki bu mutluluğu tasvir edecek fotoğraf da dünyada yoktur...

Babacığın Berk...

Nilo'da Tuhaf Haller ve En Anlamlı Çift Şerit !!!

Marsilya tatilinden dönmüştük. Aradan 3 - 3,5 hafta geçmişti. Niloşumda tuhaflıklar gözükmeye başlamıştı. Midesi bulanıyordu, kusuyordu ve fazlasıyla şişmişti. Kramplar giriyordu... Şaşkın ve ne yapacağını bilmez bir ruh hali almıştı bizi.

Sonra Niloşum eczaneden bir gebelik testi aldı ve uyguladı. Geçmek bilmeyen dakikalardı. Sonunda hayatımızın en anlamlı çift çizgisi belirmişti gözlerimizin önünde. O iki çizgi sadece "hamilelik pozitif" manasına gelmiyordu. Bizler için artık o çizgiler hayatın başladığı ve bittiği yerleri gösteriyordu. Artık Defne ile başlıyor Pera ile bitiyorduk... Benim için ise hayatımdaki iki bayanı sembolize ediyordu artık. Niloşum ve henüz doğmamış kızım (en başından beri senin kız olacağını biliyordum sevgili kızım)...

 


Bu güzel haberden sonra dünyalar bizim olmuştu. Yine de emin olmak için hastaneye gidip bir kan testi yaptırdık. Sonuç pozitifti. Artık hamileliğimiz kesinleşmişti. Ne var ki Niloşun ağrıları ve sancıları muazzam bir seviyedeydi. Pendik'teki Remedy Hastahanesine ve Koşuyolu'ndaki Medipol Hastanesi'ne gittik. 2 kez acilden giriş yaptık. Doktorlar bir sorun olabileceğini söylemişlerdi. Yıkılmıştık!!! 

Niloşun kendi doktoru sevgili Fatih Bey yıllık izindeydi ve ona ulaşamıyorduk. Nihayet kendisi birkaç gün sonra iş başı yaptı ve hemen koşa koşa Fatih Bey'e gittik. Ultrason ile muayene etti bizi. Hiç bir sorun olmadığını söyledi, herşey yolundaydı. Sadece gaz sancısı olduğunu söyledi ve magnezyum hapı verdi. İçtik, geçti... Diğer doktorların sorunlu bulduğu ve dünyaları başımıza yıktığı gebelikte sadece sorun "gaz" mış iyi mi!!! Ikındık geçti :)

Hayat ilk kez Defne'mizle o zaman dalga geçmiş ama metanetli kızımız bu olaya gülüp geçmişti belki de fark dahi etmeden :)

Baban Berk...

İsme Karar Verme Maratonu ... (!)

Defne Pera PINAR... Kızımızın ismi artık belli. Biricik meleğimizi Defne Pera olarak çağıracağız. Ancak bu karara varmamız çok çok uzun zamanımızı aldı. Hem de çooook uzun bir zamanı...

Yıllar önce gördüğüm bir rüya vardı. Henüz eşimle evli değildik. Sanırım 5 yıl evvel görmüştüm o rüyayı. 2008 veya 2009 yıllarıydı. O yıllarda Defne'nin annesi biricik eşim Nilay ile evli dahi değildik. Ancak ikimiz de hayatlarımızı birbirimizle kesiştireceğimizi biliyorduk.

Bir gece çok güzel bir rüya gördüm. Rüyama minik bir melek uğramıştı. Niloşla minik güzel bir kız çocuğumuz oluyordu, öpüyorduk kokluyorduk, sarılıyorduk ve ona, onu nasıl sevdiğimizi öpücüklerimizle gösteriyorduk. Rüyamdaki kızın adı "Flora" ydı. O sabah uyandığımda Niloşa dedim ki, seninle dünyalar güzeli bir kızımız olacak ve ismi de Flora olacak. O günden hamileliğin belli bir kısmına kadar geçen yıllar içinde de bu karardan asla vazgeçmedim. Niloş da bu isme alışmıştı. Artık minik kızımızın isminin hikayesi de yazılmıştı.

Gelgelelim işler istediğimiz gibi gitmedi. Flora isminin tıpta garip manaları olduğunu öğrendik ve tam manasıyla yıkıldık... :(  Alternatif arayışları başladı. Pek çok isim düşündük, belki yüzlerce... Yüzlü sayıları onlu sayılara indirdik... Defne, Pera, Lara, Berrak, Duru vb derken işler içinden çıkılmaz bir boyut kazandı.

Derken iki isim koyup seçimi minik kızımıza bırakmaya karar verdik. Yaptığımız onlarca saatlik beyin jimlastiğinden sonra iki isim son elemeye kaldı :)

1. Flora Defne
2. Defne Pera

Dolayısıyla Defne ismi kesinleşmiş oldu. Arkadaşlarımızla yaptığımız oylamada da  Flora Defne galip gelmişti...

Ne var ki içimize sinmemişti. Kulağımıza Defne Pera Pınar ismi daha melodik ve daha tamamlayıcı geliyordu.
Ve biz de sonunda buna karar verdik. Karar aşamasında biricik annesine hak ettiği önceliği verdiğimi de söylemeden edemeyeceğim... O kadar karnında taşıdı, isim konusunda da son sözü söylemek annesine düşer dedim ve Defne Pera'nın ismi kalbimize bu şekilde mühürlenmiş oldu....

Şimdi de kendisini göreceğimiz o ilk günü beklemeye koyulduk...

Hadi bakalım bebeğim gel artık da bitsin bu hasret...

Seni seviyoruz.

Baban Berk...